ÜNDER | İslami İlimlerde Akademik Disiplinin Önemi

İslami İlimlerde Akademik Disiplinin Önemi


İslami İlimlerde Akademik Disiplinin Önemi

Prof. Dr. Fethi Ahmet POLAT

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

18.06.2023, Üsküdar

Etkinliğin vidyo kaydına ulaşmak için tıklayınız.

Bu konu başlığı altında sizlerle bir sohbet ortamında paylaşmayı düşündüğüm konular büyük ölçüde "İslam Düşüncesi Araştırmaları: Metodolojik Yaklaşımlar - II" adlı kitapta genç akademisyenlerle paylaştığım tecrübelerimden oluşuyor. Araştırma Yayınları arasında 2020 yılında neşredilen çalışmanın bana düşen kısmına dair zaman eklemeler yaparak konuyu zenginleştirdiğimi ve muhataplarımla yaptığım interaktif sohbetleren edindiğim izlenimleri sürekli ilave ederek içeriği zenginleştirmeye çalıştığımı ifade edeyim. Söz konusu kitap çalışması, Muş Alparslan Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde naçizane benim başlattığım "Çarşamba Seminerleri" kapsamında ilgililerin takdirine arz edilen sunumların bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. Yakın zamanda 4'üncü cildi de neşredilen seminerlerin kalıcı bir geleneğe dönüşmesi en büyük arzumdur.

Burada ele aldığım konuların bilimsel bir çalışmaya ön hazırlık olması açısından akademik bir kıymeti elbet bulunuyor; ancak en nihayet ilmî bir çalışmada yol arkadaşı olması itibarı ile kılavuz düşünceler olmaktan öte bir hedef gütmüyor. Uzun zamandır yaptığım okumalardan ve sahadaki hocalık tecrübelerimden edindiğim bu görüşler akademik nosyonun katı kuralları uygun biçimde düzenlenmiş değildir. Lisansüstü çalışmalar kapsamında ilmî araştırma teknikleri olarak kaleme aldığım makale düzeyindeki bir çalışmada ilk nüvelerini paylaştığım tecrübelerim zaman içinde farklı boyutları da muhtevasına katarak daha elle tutulur bir mahiyet kazanmıştır. Mamafih maddeler hâlinde paylaştığım düşüncelerimin birbirinden bağımsız, ancak icmâlen hepsi de aynı gayeye matuf teemmülât babında değerlendirilmesini istirham ederim. Bilimsel bir referans bulma arzusundaki okuyuculara Burhaneddin ez-Zernûcî’nin (ö. VI./XII. yüzyılın sonları) Ta’lîmü’l-Müteallim’ini, Peter Medawar’ın (m. 1915-1987) Genç Bilim Adamına Öğütler adlı kitabı ile Durmuş Günay hocamızın çalışmalarını ve burada isimlerini saymaya gerek duymadığım bir kısmı İslami İlimler sahasından, çoğunluğu sosyal bilimlerin farklı alanlarından çeşitli araştırma teknikleri kitaplarının ilgili bölümlerini tavsiye edebilirim.

      1. Bir insan niçin bilim adamı olur? Galiba her ilim talebesinin böyle bir sorusu ve kendi gerçekliğini ifade eden bir cevabı mevcuttur. Akademik camianın ciddi geçim kaygısı yaşadığı günümüzde bu sorunun çok daha anlamlı hale geldiği açıktır. Ancak her durumda bu tür bir soruya verilen cevapların bana göre en vahimi, “bir ekmek sahibi olmak için” şeklinde olanıdır. Kitabımızın bize öğrettiği kadarı ile bu ve benzeri soruların Hak’ın ve de halkın gözünde muteber cevabı, “namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm yalnızca Allah içindir” diyen Hz. İbrahim’in sözlerinde gizlidir. Doğrudan ilahî rızayı elde etmeyi hedeşemeyen bilginin ne Hak katında değeri vardır ne de halk nezdinde.

            Yeterli midir? Yetmez, ulvî bir maksadın elde edilmesi için her bilim adamının ilme sevdalı olması ve bu yolda emek yoğun çalışması da gerekir. Bu iki haslet akademik disiplinin aslî unsurlarıdır; çünkü bilim adamı diğer tüm mesleklerden farklı olarak emeğinin karşılığını her zaman alır ve öz enerjisini tam olarak kullandığı için mesleğinde mutlak bir tatmin duygusu yaşar. Özellikle sosyal bilimlerde ilim adamlarının maddî karşılığı neredeyse hiç olmayan mesaisi göz önüne alındığında vicdanî tatmin, gönül huzuru ya da Batılı bir bilim adamının tabiriyle “okyanus duygusu” adı verilen bilimsel meşguliyetin insana kazandırdığı manevî haz, kendisine bir defa kapılanları dahi meftunu yapar. Hz. Peygamber’in “ya öğrenen ol ya da öğreten, ya dinleyen ol ya da bunları seven; sakın beşincisi olma helâk olursun” hitabı, bu zaviyeden bakıldığında çok manidar görünür.

            İlim, attârın birbirinden farklı kokularla dolu dükkânına benzer; değil onlarla hemhâl olanlar, yakınında duranlar bile mis gibi kokarlar. Her kokuyu hassasiyetle inceleyenler ise bulunması son derece zor koku eksperi olup çıkarlar. Vakıa hayatımızın hiçbir dönemi ilimden bağımsız inşa edilemez. İlmin yeterince dokunmadığı olgular, bireysel ya da toplumsal yıkımın yeter sebeplerine dönüşürler.

            Tarihteki pekçok isim ilim havzalarında yahut yazı-çizi işiyle meşgul çevrelerde vakit geçirerek önemli mesafeler almıştır. Sahaflar çarşısında dükkanı olan ya da kitap yazımı, istinsâhı ve kâğıt ticareti ile meşgul olanlar (verrâk) mevcuttu. Ebû Yahyâ Mâlik b. Dînâr’dır (ö. 131/748’den önce), İbn Tayfûr olarak da bilinen İbn Ebû Tâhir (ö. 280/893), İbnü’n-Nedîm (ö. 385/995 [?]), Ebû Hayyân et-Tevhîdî (ö. 414/1023), Yâkūt el-Hamevî (h. 574-626), böyledir. Kütüphaneci olarak (hâzin) çalışanlar vardır. Uzun yıllar Şam'daki Sümeysâtiyye Kütüphanesi’nin yöneticiliğini yaptığı için “Hâzin/Kütüphaneci” lakabıyla meşhur Ebü’l-Hasen Alâüddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm el-Hâzin (ö. 741/1341) böyledir.

            Einstein (m. 1879-1955) gibi önemli bir isim dahi ilk zamanlar ilim camiasında kendisini gösterememiştir. Üniversiteden mezun olduktan sonra Einstein iki yılını sıkıntılı bir şekilde bir iş bulmak için harcadı. Eski bir sınıf arkadaşının babası kendisine Bern’de bulunan bir patent ofisinde yardımcı müfettiş olarak iş buldu. Elektromanyetik cihazlar için patent başvurularını inceledi. Patent ofisinde işinin büyük kısmını elektrik sinyallerinin aktarımı ve elektriksel-mekanik zaman eşgüdümü ile ilgili sorular oluşturmaktaydı. İki teknik soru hakkında yaptığı düşünce deneyleri Einstein’ın ışığın doğası ile zaman, uzay ve zamanın ilişkisi hakkında kökten sonuçlara varmasını sağladı. Adını da ilk olarak bu çalışmaları ile duyurdu.

      1. Bilim adamının en büyük hazinesi, gençliğidir. Gençlik, herkes için farklı anlamları olan görece bir kavram... Gününü gün eden için farklı; gününü ay, yıl, asır etmek isteyen içinse çok daha farklı… Kastım, sosyolojik anlamda bir gençlik; ruhu, beyni ve bilim camiasıyla teşrik-i mesaisi itibarı ile ayakta kalabilen bir gençliktir. Çünkü ilim dediğimiz kutsal ve zorlu yolculuğun üstesinden ancak genç bir zihin ve genç bir ruh hâliyle gelinebiliyor. Bunun için de sürekli işleyen bir akıl ve bu aklı bilgi ile tahkim eden güçlü ve sürekli bir çalışma zemini gerekiyor. O sebeple asırlara damga vuran âlimler, fikirleriyle genç kalabilenler olmuştur.

Tarihte henüz 20’sinde havlu atan ilim erleri olduğu gibi Taberî (h. 225-310), Zemahşerî (h. 467-538), Fuat Sezgin (m. 1924-2018) gibi ömür boyu ilim sevdalısı olarak yaşamış, hatta ölüm döşeğinde bile ilmî çalışmalarına son şeklini vermeye çalışmış âlimler de vardır. İlim sevdası ile delicesine çalışan, ancak genç yaşta vefat eden isimler en yürek burkanlarıdır. Bunlar içinde de arkasından inanılmaz eserler bırakanlar vardır. 55 yaşında hayata gözlerini yuman İmam Gazali (h.450-505) o kadar hacimli ve içeriği itibarı ile o kadar dolu eser vermiştir ki normal şartlarda bu çalışmaları ikmal etmeye bir insanın ömrü yetmez. Mısırlı bilim insanı Abdurrahman Bedevî (m. 1917-2002), yapmış olduğu araştırmalara göre Gazzâlî'nin 457 kitap yazdığını, ancak günümüze bunlardan 75 kadarının geldiğini ifade eder. Bu hesaba göre Gazali doğumundan ölümüne kadar 43 günde bir yeni bir eser telif etmiştir. Sadece el-İhya adlı eserinin 4 koca ciltten oluştuğunu hatırlatmak isterim.

Vefat etmiş olalar dahi fikrileri ve eserleri ile hala aramızda yaşayan bu zevata “yaşayan ölüler” denilse yeridir. Osmanlı'nın son döneminde kayatını kaybeden önemli insanların vefat ilanlarına azetelerde “emvât lâ yemût/ölmeyen ölüler” ifadesiyle yer verilmesi son derece manidardır. İbn Cerîr et- Taberî ve İmam Ebu Yusuf’a (h. 113-182) dair aktaracağım şu birkaç anekdot ilmi, ona kıymet verenleri asırlar ötesine taşıyacak bir değer olarak tasavvur etmenin nasıl bir heyecan uyandırdığını anlatmaktadır.

Sekerât-ı mevt hâlindeki Taberî’ye Cafer b. Muhammed el-Firyâbî’nin (h. 207-301) bir duası okunur. Taberî, hemen bir kâğıt kalem getirtir ve “ölüm döşeğinde bile olsa ilmi kaydetmeyi ihmal etmemeli insan” diyerek bu bilgiyi yazıya geçirir. Firyâbî, Bağdat'ta verdiği hadis dersleri ile meşhur bir muhaddistir. Öyle ki onun ders halkalarında kendilerine yer bulabilmek için öğrenciler bir gün önceden mescitte kendilerine yer ayarlar ve geceyi orada geçirirlerdi.

Büyük müfessir Taberî oldukça uzun bir ömür yaşamıştır. 85 yaşında vefat ettiğinde bedeninin uzanmış olduğu kerevitin altında kıyasa dair 20 civarında risale bulunmuştur. Bu risalelerin birçok yeri müfessir tarafından tutulan notlarla doludur. Bu yaşında bile fıkhın en çetrefilli konusu olan kıyası çalışan ve kim bilir hangi çetin meseleyi çözmek için kafa yoran Taberî’nin ne kadar taze bir zihne sahip olduğunu anlatmaya gerek var mıdır? Mamafih hayatını anlatan eserlerde Taberî’nin kişisel bakım olarak adlandırabileceğimiz konulardaki hassasiyetini; mesela yürüyüş egzersizleri yaptığını, çeşitli doğal ilaçlarla bedenî rahatsızlıklarını tedavi ettiğini, hijyene çok önem verdiğini anlatan satırlar mevcuttur. Şahsî fikrim, büyük müfessirin, ilim yolunda kendisini dinç tutacak her çareye başvurduğu, kendisine engel olması muhtemel her konuyu gündeminden çıkarmak için de özel gayret gösterdiği yönündedir. Hiç evlenmemiş olmasının en önemli gerekçesi de muhtemelen budur.

İmam Ebu Yusuf’un, ölüm döşeğinde fıkhî bir müşkili halletmek üzere talebelerinin fikirlerini almak istemesi üzerine Mısır'da kadılık da yapan öğrencisi İbrahim b. el-Cerrâh hocasına şöyle der: “Siz bu durumda iken mi bunu müzakere edeceğiz?” Şöyle cevap verir İmam: “Bir beis yok, biz meseleyi tetkik ediverelim; olur ki bir kimse bu sayede bir müşkilini halleder.” Öğrencisi yanından ayrılıp kapıya vardığında, hocasının ölümü üzerine kopan feryat figanı duyar.

      1. “Merak” yahut Kant’ın (m. 1724-1804) ifadesiyle gerçeği elde etmek için ihtiyaç duyulan “huzursuz çaba”, bilimde mesafe kat etmenin olmazsa olmazıdır. Aslında bu durum sıradan insanlar için dahi böyledir. Garip ve rahatsız edici, gizemli ya da müphem bir olayın açıklık kazanması her insanı rahatlatır. Bilim adamı da ilmî çabasının sonucuna ulaştığında inanılmaz bir dinginlik duygusuyla dolar. Karanlığa sövmek yerine bir mum yakmak, ışığın güven veren ortamına bizleri kavuşturduğu için rahatlatıcıdır.

İnsanoğluna bahşedilen en büyük nimet akıl ve aklın aracılığında sonuca ulaşıp karar verebilme yeteneğidir ki bunu mümkün kılan vasat, bilgidir. Adem'i meleklere üstün kılan üç yönden ilki Allah'ın özene bezene yaratması eylemine muhatap olması iken ikincisi esmânın bilgisi nin kendisine bahşedilmiş olmasıdır. Bilgi, Ademoğulları için her durumda üstünlük sebebidir.

Üçüncü bir başka üstünlük gerekçesi daha vardır ki bu, Allah Teala’nın meleklerden dahi gizleyip kendisine sakladığı “has bilgi”dir. Meleklere hitaben, “siz bilmezsiniz, ben bilirim” diyen Rabbimiz, bu has bilginin yüksek değerine atıfta bulunmuştur. Hâlık ile mahlûku arasındaki bu gizli bağ acep n'ola?

Merak duygusunun muazzam derecedeki ehemmiyeti, onun olmadığı yerde bilimin vazgeçilmezi olan süreklilik şartının kaybolacak olmasından kaynaklanır. İbn Arabî'nin (h. 560-638) hadis olarak zikrettiği, ancak sahih kaynaklarda nekledilmeyen, tasavvuf kültüründe özgün bir duaya dönüşmüş “Rabbim hayretimi artır” yakarışı, Kur’an’ın “Rabbim ilmimi artır (Tâhâ 20/114)” hitabıyla birlikte düşünüldüğünde, merakla başlayan ve hayretle devam eden tekâmül sürecinin bilgiyle taçlandığını gösteren ilginç ve bir o kadar öğretici bir senteze göndermede bulunur.

Hayret (şaşkınlık/büyülenme), bilimde merak duygusunu en fazla körükleyen insanî haslettir. Zünnûn el-Mısrî (h. 155-245), “Allah’ı en iyi tanıyan, O’nun hakkında en fazla hayret edendir”; Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), “Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir”; Sehl et-Tüsterî (h. 203-283), “Marifetin nihai noktası hayrettir.” derken -kuşkusuz farklı pekçok mülahaza da olsa- kanaatimce bu hususa işaret etmişlerdir (Kuşeyrî, er-Risâle, s. 605).

Bilgilenme, ilim yolculuğunun sıfat-ı lâzimesi olan yeknesak sürecin son durağı değildir; aksine her yeni bilgi insanı yeni merakların başladığı eşiğe bırakır. Sürekliliğin kaybolduğu yerde bilim kadük kalır.

Doktora konumla ilgili araştırmalar yapmak üzere 1997’de Mısır’da kaldığım yıllarda Prof. Dr. Hüseyin Atay hocayı bir akşam evimizde misafir etmiştim. Hocamız bize şöyle bir soru yöneltmişti; “çocuklar, hiç yolda yürürken apartmanları sayar mısınız?” Evdeki birkaç arkadaş bu soruya “hayır” cevabını vermişti. Bense biraz da utana sıkıla “hocam belki güleceksiniz ama farklı bir bina varsa ben mutlaka sayarım” demiştim. Hocamızın verdiği cevap, beni çok mutlu etmişti. “Evladım, bu meraka sahip olmayanlardan kolay kolay ilim adamı çıkmaz; çünkü merak ilmin mayasıdır.”

4. Bilim adamlığı için üstün zekâ şartı arayanlar yanılgı içindedirler; zira ortalama bir zekâ düzeyine sahip insan da bilim adamı olabilir. Mamafih her bilim adamı aynı düzeyde olmaz; kimi sıvacı ustası olarak, kimi inşaat mühendisi, kimi mimar, kimi çatı ustası olarak… Bir şekilde her ilim talebesi ilme hizmet eder. Öyle ilim adamları vardır ki ustasından aldığı bilgiyi noktasına virgülüne dokunmadan çırağına devretmek suretiyle sadece döngüyü korumakla vazifelidir. Başlıbaşına bu eylem dahi önemli bir ilmî faaliyettir. Ancak seçkin bir bilim insanı olmak için ortalamanın üstünde bir zekâya ve hepsinden önemlisi insanüstü bir çabaya gerek vardır. Cins kafa, nekre kafa dediğimiz böylesi ilim adamları çağını aşan, alanlarında çığır açan, isimlerini sonraki yüzyıllara bırakabilen yıldız insanlardır. Yeri gelmişken şu hakikatin de altını çizelim, ortalamanın üstünde bir çalışma disiplinine sahip olmadığınızda süper zeki olmanız da sizi ilim adamı yapmaz.

      1. Bilim adamları sınıf sınıftır; şairi, filozofu, sufîsi vardır. Onların, bu karakterleriyle mütenasip çalışma tarzları ve değişken muhatapları da vardır. Çevremizde birçok sanatçı bilim adamı görürüz; örneğin tıp camiasından pek çok ismin aynı zamanda iyi bir hanende yahut sazende olduğuna sıklıkla denk geliriz. Aralarında her iki mesleği profesyonel biçimde icra eden istisnasi şahsiyetler de bulabiliriz. Elmalılı Hamdi Yazır’ın (m. 1878-1942) usta bir hattat olması, son Şam Müftüsü Mahmud Hamze Efendi’nin (m. 1821-1887) iyi bir müfessir, aynı zamanda iyi bir okçu, at binicisi ve nakkaş olması gibi…

Günümüz dünyasında internet, bilgisayar, cep telefonu gibi çağın yaygın iletişim araçları konusunda maharetli olmak da meslekî bilgi kapsamında değerlendirilmelidir. Bunları maharetle kullanamayan pek çok ilim adamının hem bilimsel açıdan zayıf kaldığı hem de sadece kendi dar çevresine hapsolduğu herkesin malumudur. Disiplinlerarası çalışmalar açısından nasıl ki farklı bilim dallarından haberdar olmak çok önemli ise ilgilisine ya da kalabalık kitlelere ulaşılması açısından çağın teknolojik gelişmelerine hâkim olmak da bir o kadar önemlidir.

      1. Bilim adamının bir sanat dalıyla meşgul olması son derece mutluluk vericidir; ancak bu madde özelinde esas üzerinde durmak istediğim bir başka husus, bilim adamının kendi ihtisas alanına yakın disiplinlerde ya da alanını destekleyecek kaynakların bulunduğu dillerde yeterli okumalar yapmasının ne kadar lüzumlu olduğu gerçeğidir. Misal, İslami İlimlerde Arapça aslî dilimizdir; ancak Farsça bilmeden yol almak mümkün müdür? Tefsir bilim dalının hadis ilminden bağımsız olmadığı hususunda herkes mutabıktır; ancak tefsirde sosyoloji, felsefe, iktisat, siyaset gibi alanlardan bîhaber olmak kabul edilir şey midir?

Bu vesileyle işaret etmek istediğim çok önemli bir husus, Arapçanın İslami İlimlerdeki vazgeçilmez önemidir. Esefle belirtmek gerekir ki günümüzde çeşitli akademik unvanlar için dil şartı olarak C yahut bir üst kategori olan B düzeyi yeterli görülebilmektedir. Oysa İslami İlimlerde bu seviyelerle ilmî çalışma yapmak imkansız olduğu gibi doğru da değildir. Çünkü en önemli referans kaynağımız olan Kuran-ı Kerim'i ve ehâdîs-i şerîfeyi anlamak söz konusu olduğunda üst düzey dil bilgisine sahip olmak kaçınılmaz hale gelir.

Arap dilindeki yetkinliği herkes tarafından itiraf edilen Türk asıllı müfessir Zemahşerî (h. 467-538), dilin inceliklerine dair derinlikli tahlilleri ile tefsir sahasında adından sitayişle bahsettiren zirve bir isim olmuştur. Buna rağmen dil konusunda yaşadığı olaylara dair gerek kendisinden gerekse başkalarından nakledilen pek çok hadisede genel anlamda dilin, özelde Arap dilinin dinî metinleri anlamada ne kadar önemli bir enstrüman olduğuna air ince mesajlar buluruz. Aşağıdaki örnekler dilin dinî metinleri doğru anlamada ne denli önemli olduğunu bariz biçimde göstermektedir.

“Sizi vasat/en hayırlırlı bir ümmet kıldık (Bakara 2/143).” ayetinde geçen “vasat” kelimesinin “en hayırlı ve güzel” anlamına geldiğini izah sadedinde Zemahşerî, başından geçen şu hadiseyi zikreder: “Mekke’de hac için bir bedevinin devesini kiralamıştım. Bana ‘Paranın vasatından (سطاة), yani en güzellerinden/en işe yararlarından ver’ dedi.”

Zemahşerî el-Keşşâf tefsirinde benzer bir konuyu izah ederken yaşadığı bir olaya referansta bulunur. “'Rahmân' ve 'Rahîm' kelimelerinin tefsirinde, Arap dilinde harf ziyadesinin anlam ziyadesine de yol açtığını, dolayısıyla harf sayısı fazla olan 'Rahmân' kelimesinin, harf sayısı az olan 'Rahîm' kelimesinden çok daha kapsamlı olduğunu ifade ederken başından geçen şu olayı anlatır: “Arapların binek hayvanlarından birine 'الشقدف' dediklerini bir Arap bilginden işitmiştim. Bu binit, çift hörgüçlü devlerin sırtına vurulan büyük Irak hevdeçlerini taşımak için kullanılmazmış. Taif seyahatinde adamın birine, Irak hevdeçlerini kastederek, ‘Bu hevdecin adı nedir?’ diye sordum. Adam, ‘Binitin adı 'الشقدف' değil mi?’ dedi. ‘Öyledir’ diye cevapladım. ‘Ama bu bineğe 'الشقنداف' denir’ diye cevapladı. Müsemmânın büyüklüğünü (ziyadelik) ifade etmek üzere ismi de ziyade etti.”

      1. Bilimin günümüzdeki temsil makamı olarak üniversiteler mensuplarının hakikat bilgisi arayışında olduğu en üst eğitim kurumlarıdır. Hakikat bilgisi, varlığın ulaşabileceğimiz en tam bilgisidir; yani varlığın tümel bilgisidir. Tümel bilgi kutsal bir kaygı, doğruluk, güzellik, adalet ve iyiliğin sentezinden oluşan muhassaladır. Varoluşun amacı kutsî bir kaygı, bilginin amacı doğruluk, estetiğin amacı güzellik, hukukun amacı adalet ve ahlakın amacı iyiliktir. İşte akademik disiplin, bu beş temel amaca ulaşmayı gaye edinen ve yılmak bilmeyen çabayı besleyen güçtür. Ontoloji, epistemoloji, hukuk, etik ve estetik alan tarafından sınırları özenle tayin edilen bu güç, insanlığın muhtaç olduğu “mutedil” yaşam düzenine düşünsel bir perspektif sunar.
      2. Bilimsel disiplini değersizleştiren en büyük günah intihaldir. Gerçekte intihalci bilim adamları acemi hırsızlardır; yakayı çabuk ele verirler. Böyleleri bilim camiasında kısa sürede tanınırlar ve bir kere bu suça bulaşmaya görsünler, iflah olmaz hırsızlar gibi sürekli bu suçu işleyip dururlar. Bilimsel bir iddiaya sahip olan herhangi bir makalede her alıntının ulaşılabilen ilk kaynağına referans vermek, bilim adamının asalet unvanıdır; çünkü diğer bütün alanlar gibi bilimsel alan da son tahlilde beşerî birikimle ete, kemiğe bürünür. Her beşerî birikim, beşerin en temel vasfı olması gereken ahlakî asaletten nasibini aldığı oranda itibarlı hâle gelir.

Bugün bilimin ve bilim insanlarının halk nezdinde edindiği yüksek itibar, bilim adına ulaşılan sonuçlar kadar bu sonuca ulaşmak için bilim adamının ortaya koyduğu üstün çaba, dürüstlük ve güvenle de ilişkilidir. Latin kültür dünyasını İslam kaynaklarından istifade ederken şeffaf davranmadıkları gerekçesiyle eleştiren merhum Fuat Sezgin (m. 1924-2018), onlardan bazılarının kaynaklarımıza başvurmadaki sadakatlerinden sitayişle bahseder. Benzer şekilde Müslümanlar Aristo’yu (m.Ö. 384-322) “Büyük Üstad” diye adlandırmış, Galen’in (ö. 200 [?]) kitaplarına “Faziletli Galen” diyerek atıfta bulunmuşlardır. Müslümanlar hiçbir komplekse kapılmadan, aksine tam bir özgüvenle İslam dışı kültürlerden istifade ettikleri her esere ismen atıfta bulunmuşlar, müelliflerinden övgüyle bahsetmişlerdir. Bîrûnî (h. 362-453), Kitâbu mâ li'l-Hind adlı eserinde Hint kültürüne ait hiçbir şeyi eğip bükmeden nakletmiştir. Hatta Hindistan'da yaşayan farklı din mensuplarının dinî ritüellerini anlattığı bazı satırlar bugün için bile o döneme dair özgün bir referans kaynağı olarak takdir görmektedir.

      1. İlim adamının seleflerine saygılı olması, her münasebetle onlara referansta bulunması kuşkusuz ehemmiyet arz eder; ancak başkalarının sözünü nakletmekten fazlasını yapamayan bir bilim insanı hiçbir surette kendi gerçekliğini ortaya koyamaz. İlim adamından beklenen, kişisel kanaat serdetmesi ve ulaştığı neticeleri özgün bir dille savunabilmesidir. Tarihsel anlamda bilimi ilerleten büyük kuramlar bireysel hayal gücünün ürünleridir. “Elle gelen öğün olmaz o da vaktinde bulunmaz” sözü boşa değildir.
      2. Bilim adamının hakikat amacına ulaşmak için yüreğinde taşıdığı tükenmez enerji, umarsız bir hayat anlayışına kaymasına kat’a müsaade etmez. Hatta iyi bir akademisyen sadece betimleyici çalışmalara asla saplanıp kalmaz; nispeten önemsiz “hadiseler” ya da “hadiselere dair bilgiler” üzerinde dolanıp durmaz. İdeal anlamda akademisyen, düşünceyi yönlendiren üretken fikirler üzerinde kafa yorar. Bağıntıları göstererek kendisinden sonra gelenlere fosforlu yol işaretleri bırakır. Kendisi hayatta olmasa dahi fikirleri, çıkarımları ve ulaştığı neticelerle sonraki kuşakların yeni sonuçlara ulaşmasını sağlar.
      3. Bilim adamını cesur kılan temel neden, hakikat bilgisine en yakın konumda olduğuna inanmış olmasıdır. Onu buna götüren şey de bilimin ispatlı yöntemlerine sadık kalarak ulaşmış olduğu neticelerdir. Bu sebeple bilim adamının bilimsel verilere sadakati kesin olmalıdır. Fazlıoğlu'nun şu ifadelerine katılmamak mümkün müdür? "Bilgideki kesinlik öyle olmalıdır ki meselâ bir kimse taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürmek suretiyle bilginin yanlışlığını ortaya koymayı denese bile bu durum hiçbir kuşku ve ihtimale yol açmamalıdır. Sözgelimi, 10'un 3'ten büyük olduğunu bildiğim hâlde, biri kalkıp 3'ün 10'dan büyük olduğunu iddia etse ve bu iddiasını kanıtlamak için bir değneği ejderhaya dönüştürebileceğini söylese ve dediğini yapsa, ben de bunu gözlerimle görsem yine de sırf bundan dolayı bilgimin kesinliğinden kuşkuya düşmem. Sadece onun bunu nasıl yapabildiğini merak ederim, o kadar!"
      1. Üzerinde kafa yorduğu konularda yahut meslekî beceriler söz konusu olduğunda herkes biraz bilim adamıdır. Örneğin Sağlık Fakültesindeki bir doçent pür bilim adamıdır, ancak devlet hastanesindeki laborant da bir yönüyle bilim adamıdır; çünkü o da kendince tanımlamada bulunur, tasnif yapar, riskli gördüğü sonuçları diğerlerine kıyasla öncelikli dikkate alır. Ama ilkinin yaptığı bilim olarak öne çıkarken ikincisinin yaptığı teknisyenlikten ileri gitmez.

Bilim adamı ihtisas sahibi olduğu alanla ilgili yeni bir sonuca gidebilen insandır. Diğeri sadece öğretilmiş prosedürler üzerinden ve o prosedürlerin müsaade ettiği kadarıyla hareket eder. İlki, kendisinden sonra gelenlerin işin teknisyenliğini yapacağı yeni yöntemler ve çalışma biçimleri geliştirirken ikincisi, bilim adamı tarafından tespit edilmiş muhtemel sonuçlardan bir tanesine yine bilim adamının öğrettiği yöntemlere sadık kalarak ulaşmaya çalışır.

      1. Bilimde bir çalışmanın sonuçsuz kaldığını görmek de mahza bilimsel çalışmadır. Doğrusu bilim adamının elinde her zaman için birden fazla seçenek vardır ve şayet seçenekleri “hayır” demesini gerektiriyorsa onu ifade etmek hususunda asla korkuya kapılmaz; çünkü bilimin işaret ettiği yol en güvenli yoldur. İlim her zaman metbu, ilmin dışındaki her şey her zaman tâbidir. Şayet bilim adamı reel politik uğruna ideal politiğe teslim olmuş, kitleler farklı düşünüyor diye hakikati öksüz bırakmışsa, yeryüzünde işlenebilecek en büyük günahı işlemiştir. O sebeple bilim adamının yol rehberi yalnızca ulaştığı ilmî sonuçlardır.

Esasen bilimsel araştırmalar yoluyla herhangi bir kuramın ya da hipotezin istenilen gibi olmadığını öğrenmek bilimin duraksadığını değil, ilerlemekte olduğunu gösterir. Olmadığı ya da olamayacağı öngörülen her “sonuç” sadece başka bir araştırmacıya yol işareti olmakla kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmaların hızını da arttırır. Vardığı noktada bütün bir dünyayı karşısına aldığı için çok büyük bedeller ödemek zorunda kalan ilim adamlarının onursal tavrı, bugün dahi bir deniz feneri gibi yolumuzu aydınlatmaktadır.

      1. Akademik disiplin bedel ister, uzun soluklu çalışma ister. Bilgi, telli duvaklı nazlı bir gelin misali yüz görümlüğü ister. Yıllar boyu dirsek çürütmeden ilim sahibi olunamaz. Bir mürşidin rahle-i tedrîsinde diz kırıp talîm eylemeden bilgiye ulaşılamaz. Fuat Sezgin rahmetlinin ilerlemiş yaşında bile günde 12 saatten fazla çalışıyor olmasının genç bilim aşıklarına vereceği birçok mesaj olmalıdır.

Tabakât kitaplarında nakledildiğine göre  Ahmed b. Hanbel (h. 164-241) hac döneminde sıklıkla İmam Şafiî'nin (h. 150-204) ders halkalarına katılır, sohbetlerinde bulunmaya özen gösterirdi. Hatta bir gün İmam Şafiî merkebinin üzerinde bir yere gitmekte iken Ahmed b. Hanbel yan tarafında yürür vaziyette ilmî müzakerede bulunmuştu. Hadiseden haberdar olan büyük muhaddis Yahya b. Maîn (158-233) Ahmed b. Hanbel'i ayıplamıştı. Bunu duyan İbn Hanbel şöyle demişti: "Keşke İbn Maîn de merkebin diğer tarafında olsaydı. Bu, onun için çok hayırlı olurdu."

İbn Hallikân (h. 608-681) şöyle bir rivayet nakleder: “İmam Ebu’l-Yümn Zeyd İbnu’l-Hasen el-Kindî (h. 520-613) dedi ki: ‘Zemahşerî (h. 467-538) kendi döneminde Arap dilini en iyi bilen, Arapça kitaplara en fazla vâkıf olan yabancı (acem) idi. 533 senesinde Bağdat’a geldi. Onu, şeyhimiz Ebû Mansûr el-Cevâlîkî’nin (h. 465-540) yanında, icazet almak için bazı lügat kitaplarını en başından başlamak üzere okurken iki defa gördüm; çünkü Zemahşerî’nin ilgili kitaplar hakkında bilgisi ve [icazetli] bir rivayeti yoktu.’”

Yukarıdaki tarihlere dikkat edilmelidir. Bu tarih, Zemahşerî’nin ilimde ve fende şöhret bulduğu bir dönemine, ölümünden yaklaşık beş yıl öncesine, yani 66 yaşına tekabül etmektedir. Bu yaşında bile müfessir ulûm-i âliyeye dair bir eserin icazetini almak peşindedir. Bu hassasiyet olduğunda kendimize mal ederek, hazmederek, modern tabirle içselleştirerek bilgiyle özdeşleşiriz. Bilgi biz, biz bilgi oluruz. Tıpkı tefsir ilminin kurucu büyüklerinden İbn Abbas’a (ö. 68/687-88), “habr”, yani “mürekkep/ilim” denmesi gibi... Esasen her âlimin meşgul olduğu bilim dalıyla özdeşleşen bir tarafı olmalıdır; mirasyedi ilim adamı olmaz. Anlık kazanımlar ya da çok kolay ulaşılan neticeler aynı hızda ve kolaylıkla elden çıkıp gidiverir. “Baba malı tez tükenir gerek evlat kazana.”

      1. Bir fikri ispat etmek için değil, bir fikrin fikir olduğunu ispat için çalışmak; inandığımız şeye deliller bulmak için değil, inandığımız şeyin doğru olup olmadığını öğrenmek için okumak lazımdır. Öncelik delillerdedir; deliller üzerinden sonuca gidilir; başka türlüsü dogmatizm olur.

Aristo, mantık metoduyla hareket ederek ağır cisimlerin hafif cisimlerden önce düşeceğini iddia etmiştir. Oysa analitik tahlil; yoğunluğu ve morfolojik görünümü aynı olan cisimlerin aynı anda düşeceğini öngörür. Aynı Aristo'nun insan omurgasını yanlış saydığı, kadınların dişlerinin erkeklerin dişlerinden az olduğunu söylediği nakledilmiştir. “İnsanlarda, koyunlarda, keçilerde ve domuzlarda erkeklerin dişilerden daha çok dişi vardır; diğer türlerde ise henüz gözlem yapılmadı.” diyen Aristo'yuBertrand Russel (m. 1872-1970) şu sözlerle ironik biçimde eleştirir: "Aristoteles, kadınların erkeklerden daha az dişe sahip olduğunu savundu; iki kez evlenmiş olmasına rağmen bu ifadeyi doğrulamak için eşlerinin ağzını incelemek hiç aklına gelmemişti." Basit bir sayımla sonraki dönemlerde tahkik edilebilecek bu konu öncekilerden kalma yaygın kabulün doğrulanması için yıllar gerekmiştir.

Tarihte bilimin ispat metotlarına ve akademik disiplinin enstrümanlarına uymayanların sığındığı liman çoğunlukla tevil olmuştur ki tevil dinde sapmanın da en önemli sebeplerinden biridir. Bilimsel gözleme ve gerçekçi bir veriye dayanmadan yapılan her tevil, hakikatin ıskalanmasına neden olmaktadır. Düşünceye konu edinen varlığa dair derinlikli ve sistematik düşünce gerçekleştikten sonra ve bilimsel yönteme uygun olarak işe koşulduğunda tevil hakikat avcısı olabilir.

      1. Her bilimin kendi tarihi, kavramları, sorunları ve hepsinden önemlisi dili vardır. Bu perspektifin gözden kaçırılması son derece tehlikelidir. Tarihsel bir ana sabitlenemeyen ve o an üzerinden ortaya konulamayan bilimsel söylemler “anakronizm” illetiyle maluldür.

Esbâb-ı nüzul tartışmalarını, nâsih-mensûh ilmini, Hz. Ömer’in (ö. 23/644) halife olarak tasarrufta bulunduğu konuları, modern dönemin ve aslında Hıristiyan Batı düşüncesinin karakteristik tartışma konularından olan tarihselcilik için bir argümana dönüştürmek, anakronizmdir. Seleften tevarüs eden uygulamaların ya da İslam hukukunda örfen kabul görmüş yaptırımların bütün hâlinde günümüze taşınması ne kadar yanlış ise modern dönemden hareketle dinin sabitelerini sorgulamak ya da önceki uygulamaları eleştiri konusu yapmak da bir o kadar yanlıştır. Kanaatimce şu hususları göz önünde bulundurmak, bugün yaşadığımız pek çok sorunu halleder:

a) Tarihsel koşullarda üretilen her düşünce ya da tecrübe, İslam’ın evrensel görüşü olarak gösterilemez.

b) Bilim-insan-varlık arasındaki ilişkilere dair bugün oluşan telakkiler de son tahlilde tarihseldir. Günümüz anlayışları esas alınarak İslam’ın temel dinamikleri ve bunlardan üretilen tarihsel tecrübeleri bütünüyle mahkûm edilemez.

      1. Dinî, kültürel, politik ve toplumsal farklılıkların aynı tarihsel dönemde bile farklı telakkiler ve tecrübeler doğurabileceği ihtimal dışında görülemez.

Bu nedenle günümüzde paradigmaya dönüşmüş bir bilimsel evren, yarın bambaşka bir bilimsel evren tarafından yanlışlanabilir. Hakikat algımız ne yönde değişirse değişsin, hakikatin Hak’kın varlık âlemine serpiştirdiği işaretler (ayet) olduğu gerçeği değişmez. Son tahlilde bilim adamı, var edenin varlık âleminde gizlediği esrarın çözülmesi için çalışan sade fikir işçisidir. Sabitesi olmayanın mensubiyeti de sorgulamaya açıktır.

15. Hayat gibi bilgi de ardışık düzende teşekkül eder. En basitinden, dokunmatik telefonları bulana kadar uzun ve yorucu bir icatlar sürecinin geçmesi gerekmiştir. Graham Bell (m. 1847-1922) ilk konuştuğu araca radyofon demişti. Manyetolu telefon, ahizeli telefon, çevirmeli telefon, radyo dalgalı telefon, tuşlu telefon, cep telefonu, akıllı telefon diye devam eden evrelerden geçti bu icat. Akıllı telefonların envai çeşidi ve rengarenk olanları var. Temel İslam bilimleri de öyledir. Emsile, Bina, Maksûd, İzzî var. Usûl var fürû var. Celâleyn, Zemahşerî, Beydâvî var. Nesh var tarihsellik var. O sebeple süt içilmesi gereken yerde öğrencilere kavurma ikrâm edilirse mide fesadı kaçınılmazdır. Esbâb-ı nüzul konusunu içselleştirememiş mübtedi bir öğrenci yorumsamacılık, tarihselcilik diye ahkâm kesmeye başlarsa işler çıkmaza girer.

      1. Her âlimin bir söz ve yazı karakteri olmalıdır. Metin, kimliğimizi deşifre eden satırlar ve paragraşar bütünüdür. Bu karakter bir metinden bir metne asla değişmemelidir. Hele maskeli baloda arz-ı endâm eden kimliksiz varlıklar gibi aynı makalede birçok farklı karakter asla ortalıkta dolaşmamalıdır.

Bu kaosa düşmemek için en yararlı tedbir, bolca okumaktır. Ama nitelikli kitap ve nitelikli okumadan bahsediyorum. Yine bolca ezberdir; köşe taşı kavramlar, nitelikli şiirler; Arapça, Farsça gibi akıcı dillerde söylenmiş özlü sözler vs. Bu minvalde alınabilecek bir başka tedbir, taklittir. Önemli birkaç isim belirleyip onlar üzerinde ısrarlı okumalar yapmak kişiye çok şey kazandırır. Kendime üstat bellediğim söz erbabının hikmetli mirasını mütemadiyen okumak adetim vardır; Fuzulî, Nesîmî, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin, Necip Fazıl Kısakürek, Cemil Meriç, Nejat Muallimoğlu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Ömer Lütfi Barkan, Hüseyin Batuhan, Alev Alatlı, Mustafa Kutlu gibi isimler üslup dünyamı önemli derecede etkilemiştir.

17. Din kültürü, İslam kültürü, Kur’an kültürü, sünnet kültürü, Müslüman kültürü ve ilgili bilim dalının kültürü; tabiri caizse sahnenin farklı noktalarına konumlandırılmış rengârenk ışıklar saçan projeksiyonlar mesabesindedir. Projektörler koordinasyon hâlinde çalıştığı zaman sahnedeki oyun muhatapları etkiler. Ancak loş ışıkta oynanması gereken sahne karanlıkta, kırmızı renkte oynanması gereken sahne mor ışıkta oynatılırsa seyirci konsantrasyonunu kaybeder. İslami ilimler için de durum böyledir; bütüncül bakışa ulaştıracak asgari bilgi düzeyine sahip olunmaksızın en basit meselede bile İslam’ın sahih görüşünü ortaya çıkaracak sonucun istintâcı kâbil olmaz. İhtisas gerektiren meselelerde dinin sahih görüşüne ulaşmak içinse bundan çok daha fazlası gerekir. O hâlde temel İslam bilimlerinde ileri düzeyde okumalar yapmaksızın İslami ilimlerin herhangi bir alanında âlim olmak imkânı ve ihtimali yoktur.

18. İslami ilimlerde ayakların kaymasını önleyen en güçlü zemin olarak temel kaynağımızın Kur’an olduğu gerçeğini asla hatırdan çıkarmamak, ortaya çıkması muhtemel sayısız sorunun önünü kesecektir. Kur’an’ın “müheymin/denetçi” vasfı, yalnızca önceki kitaplar açısından değil, aslında Müslüman kültürünün ürettiği tüm sonuçlar açısından garantör mahiyettedir. Kültürümüzde hiçbir çalışma Kur’an’ın önüne geçmek maksadıyla yola çıkmaz; filvaki hiçbir çalışmanın böyle bir sonuca ulaşma şansı da bulunmamaktadır.

19. Son olarak, bilim adamı olmaktan çok daha zor olan bir şey varsa o da bilim adamı kalabilmektir. Akademik disiplin, bir ömür aynı ciddiyetle taşımamız gereken kıymetli bir haslettir. Kavramlarımızı, meselelerimizi, çözüm önerilerimizi ve argümanlarımızı mütemadiyen gözden geçirerek bu mirasın elden gitmemesi için samimi çaba harcamalıyız. Tecrübelerle sabittir ki ilimden bir gün ayrı kalanı ilim günlerce terk eder, ilme gereken saygıyı göstermeyeni ilim adam yerine koymaz.. Bir Arap darb-ı meseli vardır; zeheb'n-nâs, bkiye'n-nesnâs (insanlar, yani adam gibi adamlar gitti; insanımsılar/maymunlar, yani özgün olmayan mukallidler kaldı). Binaenaleyh ilim adamı olmanın namus borcu olarak görülmediği bir dünyada yüzüne bakılmayan ilim sessiz sedasız aramızdan ayrılırken geriye sırtımızı yaslayacağımız âlimler değil, gölgesinden bile rahatsız olacağımız âlimsiler kalacaktır.